Muhteşem Goa'nın Palolem Cenneti

Üç sabahtır, artık iyice alıştığım tropik kuşları dinliyorum. Garip ve sıradışı şarkılar söyleyen, ritm duyguları gelişmiş geveze kanatlılar bunlar. Hele bir tanesi var ki; ben adına depresyon kuşu dedim, hiç yorulmadan aynı nakaratla vazifeli memur gibi gagasını vuruyor ağaçlara. Yada vurma sesine benzeyen bir melodi tutturuyor gırtlağıyla, çözemedim...
Dev palmiyelerin gölgesine saklanmış Palolem köyü, turistlerin henüz keşfedemedikleri bir yerleşim. Burayı ilk kez görenlerin ağzından dökülen ilk sözcük "işte cennete geldik". İki gün iki gece, 2400 kilometre katederek gelebildiğimiz Goa, Trenden indiğimizde tamamen farklı bir bitki örtüsüyle karşıladı bizi... İstasyona bir saat mesafedeki Palolem sahili, serin egzotik bir kokteyl gibi tüm yorgunluğumuzu alıverdi. Kurutulmuş palmiye yapraklarından yapılmış minik barakalar tüm ihtiyacınızı karşılayabilecek şirinlikte. Bir çoğu, kalın ağaç direkler üzerine birbuçuk iki metre yüksekliğe oturtulmuş kulübeler, gelen konukların kullanımına amade. 150-200 Rupi gibi sembolik bir ücretle kiraladığımız kulübelerimizin içinde, masa sandalye elektrik ve tavanında pervane mevcut. Sineklerden korunmak için her yatağın üzerinde bir cibinlik de var. Dört tarafı da havadar olan kulübenin giriş kapısı bambu dallarından yapılmış. Tabii kapısında kocaman bir asma kilit! (Nasrettin Hoca'nınkine benziyor)
Önceleri kulübemin tahta merdivenlerini çıkarken tedirgin oluyordum kırarım kaygısıyla. Her şeye olduğu gibi buna da alıştım. Kristalimsi altın tozuna benzeyen sarı toprakta yalınayak yürümek öyle hoş ki... Dev palmiyeler Ekvator Güneşinden koruyan bir kalkan görevi görüyorlar kulübe ve patikaların üzerinde. Her türlü canlının varlığını hissediyorsunuz her adımınızda. Kumun içinde aceleyle minik toplar yapan çalışkan kara böcekleri, gizemli bir hışırtıyla yakınınızdan geçiveren sevimli yılanları, fareleri, bebek domuzları ve Goa'nın muhteşem köpekleri... Ben bir köpek dostu olarak bu kadar sakin ve kibar köpekleri hiç bir yerde görmedim.
Hindistan'ın Goa Eyaleti, Konkani yerlilerinin yaşadığı, çoğunlukla Konkani dilinin kullanıldığı, dinler ve dillerin zenginleştiği apayrı bir cennet. Göz alabildiğine uzanan kumsalı Hint okyanusunun (Arap denizi) yelpazeye benzeyen geniş dalgalarına kucak açarcasına alabildiğine sokuluyor ana karaya sakince... Sayısız irili ufaklı adacıklarla bezeli kumsalının sınırlarını bir türlü belirleyemedim! Sabahları gün ışıdığında ada sandığım kara parçası, gel–git olayı nedeniyle-akşam saatlerinde yarımadaya dönüşüveriyor. Yürüyerek geçtiğim kumlar bir kaç saat sonra yüzerek geçilecek bir okyanus oluveriyor...
Goa'da zaman, sizin ona yüklediğiniz anlamlarca yön belirliyor. Bazen hiç batmayan bir güneşiniz oluyor, bazen de gecenin gizemini bölmeye korkan bir çocuk gibi gizlice yükseliveriyor palmiyelerin arasından o muhteşem kutsal ışık... Altın kumların üzerine gelişi güzel serpiştirilmiş minderlere uzanıp yaşamın soluğunu dinlemek varken, bedenimi harekete geçirmek istemiyorum. Tembel tembel gerinip yaşamla uyumlanma seremonilerine göz kırpıyorum. Zaten herkes bir yol tutturmuş, kimi yoga yapıyor kimi meditasyon, kimi de sardığı otları içiyor törensel büyük bir keyifle...
Okyanusun tuzlu sesini dinliyorum kutsal Banyan ağacının altında. Banyan ağacı; Buda'nın altında aydınlandığı ağaç olarak bilinmekte. Geniş saç örgü gövdesi ve her yanı saran dallarıyla gökyüzünü yeşil bir örtü gibi gölgeliyor. Gündüzün sıcağını emen banyan yaprakları, geceleri hiç beklemediğiniz bir serinlik sunuyor bizi şaşırtan. Daldığım huzur denizinde illüzyonist Tanrılarla sohbet ederken, birden bir kaç serin damla düşüverdi çıplak kollarıma... Yöre halkından ve rehberimden öğrendiğim kadarıyla Musonlar burada erken başlarmış, acaba erken inen muson yağmuru mu diye irkildim sevinçle. Damlacıklar belirli aralıklarla düşmeye devam ediyorlar, etrafıma bakınıyorum birilerinin yağmur demesini bekler gibiyim...
Öğreniyorum ki; Banyan ağacının göz yaşlarıymış o damlacıklar. Şaşkın ve rahatlamış bir rehavetle bırakıyorum kendimi Banyan ağacının serinliğine... Bu defa hayallere dalıyorum, aydınlanma denilen o erişilmesi güç ruh haline özenirken yakalıyorum kendi düşüncelerimi...
Nasıl bir hal aydınlanma hali acaba? Bir çok kutsal metin o hale ulaşmanın çok kolay olduğunu yazıyor! Derin meditasyon yaparak, sebatla çalışmanın sonucunda ulaşılabilecek bir durummuş! Bunun yanında, başka vasıflar da gerekiyormuş. Kin, nefret, kıskançlık, yalan, hırsızlık gibi olumsuz davranış ve düşünme biçimlerinden uzaklaşmak, saf bilinç haline uyumlanmak gerekiyormuş aydınlanma denilen serinlik ve sonsuzluk hali için. Aydınlanan bir varlık için artık iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış kavramları hep bir oluyormuş. Evrenin ve yaradılışın gizemine vakıf olma hali olan aydınlanma hali bütün kendini bilme aşamasına gelmiş varlıkların ulaşabileceği güzel ötesi bir durummuş...
Bu kıtaya sırf aydınlanmak için dünyanın her yerinden gelmiş binlerce insan var. Yaşamı boyunca, maddi manevi yaşanabilecek her şeyi yaşayan, doyumsuzluk ve açlık içinde kıvranan insanları sahip oldukları herşeyden uzaklaştıran o gizemi sorgulamak ne derece tatmin verir güncel insana? Amerika'lı milyarderi anlayabilmek, Hollanda'lı prıofesörü anlamaya çalışmak enerji kaybı gibi! Onların yaşamları, kendilerinin deneyimleri ile dolu. Başka bir göz ne kadarını çözebilir? Şu karşımda oturan sessizliğe gömülmüş aklı başında görünen Fransız'ı algılayıp ne düşündüğünü bilebilir miyim? Ya pasaportunu yırtıp atan bu ruhsal fırtınaların ülkesinde ölmeye yatan İngiliz gencini kim anlayabilir? Meditasyon yapmayan biri yapanın ne hissettiğini, neler yaşadığını nereden bilebilir? Bilse bilse karşı çıkmayı bilir! "Aptalca saçmalık" deyip ahkam keser. Hangisi doğru, yargılayıp yok saymak mı yoksa onaylamasa bile saygıyla yaklaşmak mı? Bütün bunlar geçiyor düş dünyamdan...
Kimselerin yaptığına, kimselerin aklı sırrı ermiyor. Peki kendi yaptıklarımıza?

Banyan ağacı, sanki uyuşturucu bir sıvı salgılıyor düşüncelerime. Zaman dediğim zamansız hayat, an içinde kalmamı ne yapıp edip engelliyor. Türlü bellek koşturmalarına sokuyor zihnimi, içe dönüp tıklatıyorum içimin kapısını, ''heyyy orada kim var ve neler oluyor?'' Dış dünya ile bağlantı noktamdan ayrışmak istemediğimi görüyorum çok yakından gelen müzik seslerine kurtarıcı simidi gibi sarılırken...
Bir Konkani düğünü var köyün içinde. Yerli bir damadı traş ediyorlar evinin bahçesinde, birkaç ev ötede de gelin kızın evi. Gelin kızı süsleme telaşı içinde yakınları, gelinin babası çok genç kırkında bile değil, efkarlı efkarlı tütün çekiyor kız babası olmanın heyecanıyla. İki evin arasında habire gidip gelen, kırmızı ceketleriyle garip bir selamsız bandosu var... Hindistan'ın bir çok eyaletinin en ücra köyünde bile bando takımı mevcut, sayıları sekiz on kişiyi geçmeyen kırmızı ceketli müzisyenler! Akortlarının düzensizliği gibi kılık kıyafetleri de abartılı, apoletli bir örnek giysili orkestra elemanları bunlar. Sıcaktan kırmızı ceketlerinin kolları dirseklerine kadar sıvanmış, elemanlardan birinin elinde dev gibi bir hoparlör (bizim eski gramafonlarınki gibi) zil, davul, org sesi çıkaran ve sürekli aynı notaya basan klişe tempolu bir aygıt, adeta ayaklı gürültü...
Bando takımının yürüyüş adımları da yaptıkları müzik gib idüzensiz ama, oldukça coşkulu. Elbette o coşkulu sesin geldiği yöne doğru meraklanmaktan geri durmadım, önce damat evinin sonra da gelin evinin önünde içeri davet edilir miyim beklentisiyle turlama faslına geçtim. Şansım yaver gitti ve gelin evine buyur edildim. Oturtulduğum köşeden düğün adetlerini uygulayışlarını gözlemlemeye başladım...

Gelin ve annesi, anneannesi, teyzeleri, yere renkli bohçalar açtılar ve herbirinin içine tropik meyvalar, kuruyemiş, pirinç ve giyim eşyaları koydular. Ayrıca odada bulunan herkesin alnına kutsal kırmızı tozdan sürüp biribirlerini selamladılar hürmetle. Bu seremoniden ben de payımı aldım, meyva, meyva suyu ve kutsal boya alnımın tam ortasına, üçüncü göz gibi. Bu arada bir telaşe koptu ortalıkta, üç dört yaşlarında bir kız diğeri oğlan iki çocuğu yaka paça oturttular bohçaların hazırlandığı yere ve sanki çocuklar işin önemini biliyorlarmışcasına çocuklara saygı duruşuyla hazırladıkları bohçalardan birer tane hediye sundular. Geleneklerinde sağlıklı kız ve erkek çocuk doğurmaları için yapılan özel bir törenmiş bu. Diğer bohçalar da köyün tapınağındaki Şiva heykeline sunulmak üzere bando eşliğinde hep beraber yola çıkıldı.
Palolem köyünde zamanı durduruvermek an meselesi...
Yıkıvermek geldiğim köprüleri, atıvermek ayağımdaki terlikleri ve koşuvermek okyanusun dantelasına koşa zıplaya, ne güzel... Başıma düşen bir hindistan cevizinin iri kütlesine gülümsemek, ayağımı gıcıklayan sincabın fıstık yuvarlayışına yardım edebilmek, banyan ağacının esrikliğiyle mayışıp öylece kalakalmak asırlarca. Çiçeklerden kolyem hiç kurumasa, aynı yolları yeniden arşınlamasam, gizli geçitler aramasam yaşamın öte yüzüne ve tropik çiçeklerin sarhoşluğuyla aşık olsam etsiz kemiksiz yaşamın kendisi olana.
Uzun boylu Fransız kadın iki çocuğunu çekeliyor elinden tutarak, okullarına götürüyor besbelli. Çocuklar esmer tenleriyle Konkani yerlisi gibi, sevdiği adama benzemişler besbelli. Yaşadığı kulübenin önünden geçtikçe sabah akşam, düşünmeden edemedim Fransız kadını. Neydi onu buralarda yaşatan? Konkani yerlisi erkeği mi, yoksa Palolem'in yaşam büyüsü mü? Çapati ve Nan pişirmeyi öğrenmiş, yerliler gibi yalınayak dolaşıyor, özlüyor mu acaba doğduğu batı illerini ? Arada sırada kısık bir Fransız ezgisi duyuyorum belli belirsiz okyanusun sesine karışan.
Goa, Vasco da Gama'nın Hindistan'da karaya ilk ayak bastığı yer. Motosiklet kiralayıp Goa'nın bütün şehirlerini gezdik, Vasco tersaneleriyle bir sanayi kenti, ilginç bir şeyler yakalayabilir miyiz diye cadde ve sokaklarında turlarken motosikletimizle, polisler bir sokağa girmemizi engelledi. Meğer; genelevler sokağına girmeye kalkmışız! Mimari olarak, Portekiz ve İngiliz uslubu öne çıkıyor bina ve kiliselerde. Farklı dinlere ait ibadethanelerin çeşitliliği Goa'da oldukça bariz. En çok cami ve kiliseyi burada gördüm. (Hindu ve Budist tapınakları dışında)
Palolem, köy kimliğini koruyan en el değmemiş bölgesi Goa'nın. Büyük yerleşimlerdeki Holiday Inn'ler, bol yıldızlı oteller, bol paralı Avrupalıların uğrak yeri... Açık havada klima çalıştıran otellere motorumuzla selamsız giriyoruz. Elimizi yüzümüzü lüks tuvaletlerinde yıkayıp biraz soluklanıp hadi bakalım yola devam. Bu tür otellere yerli halkın girebilmesi imkansız. Biz turist olduğumuz için sorgu sual yok. Bir kaç numara büyük gelen gömlek gibi, geldiğimiz hızla uzaklaşıyoruz motorumuza atlayıp o lüks debdebesinden Konkani yerlileri ve Palolemin sımsıcak sahillerine doğru....
Goa Eyaleti (Palolem) Hindistan
Yolculuk: 13
Dev palmiyelerin gölgesine saklanmış Palolem köyü, turistlerin henüz keşfedemedikleri bir yerleşim. Burayı ilk kez görenlerin ağzından dökülen ilk sözcük "işte cennete geldik". İki gün iki gece, 2400 kilometre katederek gelebildiğimiz Goa, Trenden indiğimizde tamamen farklı bir bitki örtüsüyle karşıladı bizi... İstasyona bir saat mesafedeki Palolem sahili, serin egzotik bir kokteyl gibi tüm yorgunluğumuzu alıverdi. Kurutulmuş palmiye yapraklarından yapılmış minik barakalar tüm ihtiyacınızı karşılayabilecek şirinlikte. Bir çoğu, kalın ağaç direkler üzerine birbuçuk iki metre yüksekliğe oturtulmuş kulübeler, gelen konukların kullanımına amade. 150-200 Rupi gibi sembolik bir ücretle kiraladığımız kulübelerimizin içinde, masa sandalye elektrik ve tavanında pervane mevcut. Sineklerden korunmak için her yatağın üzerinde bir cibinlik de var. Dört tarafı da havadar olan kulübenin giriş kapısı bambu dallarından yapılmış. Tabii kapısında kocaman bir asma kilit! (Nasrettin Hoca'nınkine benziyor)
Önceleri kulübemin tahta merdivenlerini çıkarken tedirgin oluyordum kırarım kaygısıyla. Her şeye olduğu gibi buna da alıştım. Kristalimsi altın tozuna benzeyen sarı toprakta yalınayak yürümek öyle hoş ki... Dev palmiyeler Ekvator Güneşinden koruyan bir kalkan görevi görüyorlar kulübe ve patikaların üzerinde. Her türlü canlının varlığını hissediyorsunuz her adımınızda. Kumun içinde aceleyle minik toplar yapan çalışkan kara böcekleri, gizemli bir hışırtıyla yakınınızdan geçiveren sevimli yılanları, fareleri, bebek domuzları ve Goa'nın muhteşem köpekleri... Ben bir köpek dostu olarak bu kadar sakin ve kibar köpekleri hiç bir yerde görmedim.
Hindistan'ın Goa Eyaleti, Konkani yerlilerinin yaşadığı, çoğunlukla Konkani dilinin kullanıldığı, dinler ve dillerin zenginleştiği apayrı bir cennet. Göz alabildiğine uzanan kumsalı Hint okyanusunun (Arap denizi) yelpazeye benzeyen geniş dalgalarına kucak açarcasına alabildiğine sokuluyor ana karaya sakince... Sayısız irili ufaklı adacıklarla bezeli kumsalının sınırlarını bir türlü belirleyemedim! Sabahları gün ışıdığında ada sandığım kara parçası, gel–git olayı nedeniyle-akşam saatlerinde yarımadaya dönüşüveriyor. Yürüyerek geçtiğim kumlar bir kaç saat sonra yüzerek geçilecek bir okyanus oluveriyor...
Goa'da zaman, sizin ona yüklediğiniz anlamlarca yön belirliyor. Bazen hiç batmayan bir güneşiniz oluyor, bazen de gecenin gizemini bölmeye korkan bir çocuk gibi gizlice yükseliveriyor palmiyelerin arasından o muhteşem kutsal ışık... Altın kumların üzerine gelişi güzel serpiştirilmiş minderlere uzanıp yaşamın soluğunu dinlemek varken, bedenimi harekete geçirmek istemiyorum. Tembel tembel gerinip yaşamla uyumlanma seremonilerine göz kırpıyorum. Zaten herkes bir yol tutturmuş, kimi yoga yapıyor kimi meditasyon, kimi de sardığı otları içiyor törensel büyük bir keyifle...
Okyanusun tuzlu sesini dinliyorum kutsal Banyan ağacının altında. Banyan ağacı; Buda'nın altında aydınlandığı ağaç olarak bilinmekte. Geniş saç örgü gövdesi ve her yanı saran dallarıyla gökyüzünü yeşil bir örtü gibi gölgeliyor. Gündüzün sıcağını emen banyan yaprakları, geceleri hiç beklemediğiniz bir serinlik sunuyor bizi şaşırtan. Daldığım huzur denizinde illüzyonist Tanrılarla sohbet ederken, birden bir kaç serin damla düşüverdi çıplak kollarıma... Yöre halkından ve rehberimden öğrendiğim kadarıyla Musonlar burada erken başlarmış, acaba erken inen muson yağmuru mu diye irkildim sevinçle. Damlacıklar belirli aralıklarla düşmeye devam ediyorlar, etrafıma bakınıyorum birilerinin yağmur demesini bekler gibiyim...
Öğreniyorum ki; Banyan ağacının göz yaşlarıymış o damlacıklar. Şaşkın ve rahatlamış bir rehavetle bırakıyorum kendimi Banyan ağacının serinliğine... Bu defa hayallere dalıyorum, aydınlanma denilen o erişilmesi güç ruh haline özenirken yakalıyorum kendi düşüncelerimi...
Nasıl bir hal aydınlanma hali acaba? Bir çok kutsal metin o hale ulaşmanın çok kolay olduğunu yazıyor! Derin meditasyon yaparak, sebatla çalışmanın sonucunda ulaşılabilecek bir durummuş! Bunun yanında, başka vasıflar da gerekiyormuş. Kin, nefret, kıskançlık, yalan, hırsızlık gibi olumsuz davranış ve düşünme biçimlerinden uzaklaşmak, saf bilinç haline uyumlanmak gerekiyormuş aydınlanma denilen serinlik ve sonsuzluk hali için. Aydınlanan bir varlık için artık iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış kavramları hep bir oluyormuş. Evrenin ve yaradılışın gizemine vakıf olma hali olan aydınlanma hali bütün kendini bilme aşamasına gelmiş varlıkların ulaşabileceği güzel ötesi bir durummuş...
Bu kıtaya sırf aydınlanmak için dünyanın her yerinden gelmiş binlerce insan var. Yaşamı boyunca, maddi manevi yaşanabilecek her şeyi yaşayan, doyumsuzluk ve açlık içinde kıvranan insanları sahip oldukları herşeyden uzaklaştıran o gizemi sorgulamak ne derece tatmin verir güncel insana? Amerika'lı milyarderi anlayabilmek, Hollanda'lı prıofesörü anlamaya çalışmak enerji kaybı gibi! Onların yaşamları, kendilerinin deneyimleri ile dolu. Başka bir göz ne kadarını çözebilir? Şu karşımda oturan sessizliğe gömülmüş aklı başında görünen Fransız'ı algılayıp ne düşündüğünü bilebilir miyim? Ya pasaportunu yırtıp atan bu ruhsal fırtınaların ülkesinde ölmeye yatan İngiliz gencini kim anlayabilir? Meditasyon yapmayan biri yapanın ne hissettiğini, neler yaşadığını nereden bilebilir? Bilse bilse karşı çıkmayı bilir! "Aptalca saçmalık" deyip ahkam keser. Hangisi doğru, yargılayıp yok saymak mı yoksa onaylamasa bile saygıyla yaklaşmak mı? Bütün bunlar geçiyor düş dünyamdan...
Kimselerin yaptığına, kimselerin aklı sırrı ermiyor. Peki kendi yaptıklarımıza?

Banyan ağacı, sanki uyuşturucu bir sıvı salgılıyor düşüncelerime. Zaman dediğim zamansız hayat, an içinde kalmamı ne yapıp edip engelliyor. Türlü bellek koşturmalarına sokuyor zihnimi, içe dönüp tıklatıyorum içimin kapısını, ''heyyy orada kim var ve neler oluyor?'' Dış dünya ile bağlantı noktamdan ayrışmak istemediğimi görüyorum çok yakından gelen müzik seslerine kurtarıcı simidi gibi sarılırken...
Bir Konkani düğünü var köyün içinde. Yerli bir damadı traş ediyorlar evinin bahçesinde, birkaç ev ötede de gelin kızın evi. Gelin kızı süsleme telaşı içinde yakınları, gelinin babası çok genç kırkında bile değil, efkarlı efkarlı tütün çekiyor kız babası olmanın heyecanıyla. İki evin arasında habire gidip gelen, kırmızı ceketleriyle garip bir selamsız bandosu var... Hindistan'ın bir çok eyaletinin en ücra köyünde bile bando takımı mevcut, sayıları sekiz on kişiyi geçmeyen kırmızı ceketli müzisyenler! Akortlarının düzensizliği gibi kılık kıyafetleri de abartılı, apoletli bir örnek giysili orkestra elemanları bunlar. Sıcaktan kırmızı ceketlerinin kolları dirseklerine kadar sıvanmış, elemanlardan birinin elinde dev gibi bir hoparlör (bizim eski gramafonlarınki gibi) zil, davul, org sesi çıkaran ve sürekli aynı notaya basan klişe tempolu bir aygıt, adeta ayaklı gürültü...
Bando takımının yürüyüş adımları da yaptıkları müzik gib idüzensiz ama, oldukça coşkulu. Elbette o coşkulu sesin geldiği yöne doğru meraklanmaktan geri durmadım, önce damat evinin sonra da gelin evinin önünde içeri davet edilir miyim beklentisiyle turlama faslına geçtim. Şansım yaver gitti ve gelin evine buyur edildim. Oturtulduğum köşeden düğün adetlerini uygulayışlarını gözlemlemeye başladım...

Gelin ve annesi, anneannesi, teyzeleri, yere renkli bohçalar açtılar ve herbirinin içine tropik meyvalar, kuruyemiş, pirinç ve giyim eşyaları koydular. Ayrıca odada bulunan herkesin alnına kutsal kırmızı tozdan sürüp biribirlerini selamladılar hürmetle. Bu seremoniden ben de payımı aldım, meyva, meyva suyu ve kutsal boya alnımın tam ortasına, üçüncü göz gibi. Bu arada bir telaşe koptu ortalıkta, üç dört yaşlarında bir kız diğeri oğlan iki çocuğu yaka paça oturttular bohçaların hazırlandığı yere ve sanki çocuklar işin önemini biliyorlarmışcasına çocuklara saygı duruşuyla hazırladıkları bohçalardan birer tane hediye sundular. Geleneklerinde sağlıklı kız ve erkek çocuk doğurmaları için yapılan özel bir törenmiş bu. Diğer bohçalar da köyün tapınağındaki Şiva heykeline sunulmak üzere bando eşliğinde hep beraber yola çıkıldı.
Palolem köyünde zamanı durduruvermek an meselesi...
Yıkıvermek geldiğim köprüleri, atıvermek ayağımdaki terlikleri ve koşuvermek okyanusun dantelasına koşa zıplaya, ne güzel... Başıma düşen bir hindistan cevizinin iri kütlesine gülümsemek, ayağımı gıcıklayan sincabın fıstık yuvarlayışına yardım edebilmek, banyan ağacının esrikliğiyle mayışıp öylece kalakalmak asırlarca. Çiçeklerden kolyem hiç kurumasa, aynı yolları yeniden arşınlamasam, gizli geçitler aramasam yaşamın öte yüzüne ve tropik çiçeklerin sarhoşluğuyla aşık olsam etsiz kemiksiz yaşamın kendisi olana.
Uzun boylu Fransız kadın iki çocuğunu çekeliyor elinden tutarak, okullarına götürüyor besbelli. Çocuklar esmer tenleriyle Konkani yerlisi gibi, sevdiği adama benzemişler besbelli. Yaşadığı kulübenin önünden geçtikçe sabah akşam, düşünmeden edemedim Fransız kadını. Neydi onu buralarda yaşatan? Konkani yerlisi erkeği mi, yoksa Palolem'in yaşam büyüsü mü? Çapati ve Nan pişirmeyi öğrenmiş, yerliler gibi yalınayak dolaşıyor, özlüyor mu acaba doğduğu batı illerini ? Arada sırada kısık bir Fransız ezgisi duyuyorum belli belirsiz okyanusun sesine karışan.
Goa, Vasco da Gama'nın Hindistan'da karaya ilk ayak bastığı yer. Motosiklet kiralayıp Goa'nın bütün şehirlerini gezdik, Vasco tersaneleriyle bir sanayi kenti, ilginç bir şeyler yakalayabilir miyiz diye cadde ve sokaklarında turlarken motosikletimizle, polisler bir sokağa girmemizi engelledi. Meğer; genelevler sokağına girmeye kalkmışız! Mimari olarak, Portekiz ve İngiliz uslubu öne çıkıyor bina ve kiliselerde. Farklı dinlere ait ibadethanelerin çeşitliliği Goa'da oldukça bariz. En çok cami ve kiliseyi burada gördüm. (Hindu ve Budist tapınakları dışında)
Palolem, köy kimliğini koruyan en el değmemiş bölgesi Goa'nın. Büyük yerleşimlerdeki Holiday Inn'ler, bol yıldızlı oteller, bol paralı Avrupalıların uğrak yeri... Açık havada klima çalıştıran otellere motorumuzla selamsız giriyoruz. Elimizi yüzümüzü lüks tuvaletlerinde yıkayıp biraz soluklanıp hadi bakalım yola devam. Bu tür otellere yerli halkın girebilmesi imkansız. Biz turist olduğumuz için sorgu sual yok. Bir kaç numara büyük gelen gömlek gibi, geldiğimiz hızla uzaklaşıyoruz motorumuza atlayıp o lüks debdebesinden Konkani yerlileri ve Palolemin sımsıcak sahillerine doğru....
Goa Eyaleti (Palolem) Hindistan
Yolculuk: 13
Aşçı Fok
Nurdan ÇAKIR TEZGİN