Bizler, yani 1946-1964 arası doğan Baby Boomer kuşağı, bizden önceki 1925-1945 yılları arasında doğan Silent Generation kuşağının savaş ve açlık kaygılarıyla büyütülmüş yetişkinleriyiz. Nene dedelerimizin tüm korkularını masal dinler gibi dinleyip içselleştirdiğimiz için, bize sunulan imkânları bile kulağımızda ağır küpelerle hep ölçülü yaşadık. Enine uzununa hesapsız işlere temkinli yaklaştık çoğumuz.
Kulak dolgunluğu çocukluk öğretilerinden edindiğimiz desturlu yaşamlar 250 gram beyaz peynir, yarım kilo yoğurt tadındaydı. Bol bulamaç yemeklerimiz tepsi dolusu börek çörek ya da tencere dolusu sulu yemeklerden ibaret olurdu. Kuru fasulye turşu, tarhana sofralarımızın demirbaşıydı. Köfte, tavuk, balık olmaz mıydı soframızda olurdu elbet, haftada bir gün ya da özel günlerde. Kadayıf ve sütlaçtan kuru pastalara geçmek önemliydi! Anne kurabiyelerini severdik sevmesine de pastane kuru pastalarına da özenirdik nedense…
Kuru pastadan kremalı yaş pastaya geçiş döneminin çocukları olarak yokluk, fakirlik, idare etmek, tasarruf sözcükleri bizlerin yaşam düsturuydu. O yüzden bizim dönemimizin insanları fakir fukara garip gureba sözcüklerini anlamakta zorlanmıyoruz. Bizim kuşağın alfabesiydi yoksulluk. Yoksul, mağrur ve ahlâklı insanların çoğunlukta olduğu dönemin yetişkinleriyiz bizler. Kemâlettin Tuğcu kitaplarındaki merhamet suratlı çocuklardan hiç mi etkilenmedik? Yumuşayan kalplerimizle avucumuzdaki 25 kuruş harçlığımızın kıymetini bilmenin sizce nasıl bir öyküsü olur? Yaşamayan nasıl bilsin!
Kendi kuşağımızın bilgeleriyiz bizler. Z kuşağı; ebemkuşağı, gayret kuşağı gibi bir kuşak değil. Sahi niçin ‘kuşak’ deniyor! Babaannem yeri belli olmayan kalın beline, alakasız da olsa hep bir kuşak bağlardı. Çocuk kafamızla gülerek takılırdık babaannemin bu işlevsiz kuşağına. “Gülmeyin çocuklar gayret kuşağı o, oturup kalkarken bana gayret veriyor” derdi rahmetli. Z kuşağı bilmez bunları. Hah, biz biliyoruz da başımız göğe eriyor. Z kuşağı dedim de aklıma geldi; ‘Z’ Zagor olup birden karşıma çıktı şimdi hadi bakalım! Zagor’u, baltalı ilahı hatırladım. Bizim kuşağın Kaptan Swing’i, Tommiks, Teksas, Kızıl Maske’si... Konyakçı ve doktorun “hay bin köfte!” repliğine kadar geldim!
Bıkmadan anlatacağız, biz Baby Boomerlar bildiklerimizi paylaşmak durumundayız. Zira dünyanın uzun süredir görmediği bilinmez bir sürece girmiş bulunuyoruz. İşin spekülasyon yanını bir yana bırakırsak, gerçek açlık ve fukaralığın kıyısına geldik dayandık. Susuzluğu da yanımıza alırsak gelecek günler için belirsizlikler felaket tellallığının ötesine geçiyor. Birbirimizi daha fazla mı dinlemeliyiz, birlikte hareket edebilmek için neler yapmalıyız, kişisel çözümlerin ötesinde kitlesel sorunların çözümü için gözlerimizi nasıl daha fazla açmalıyız? Hep bunlar yeni zamanların soruları…
Bana ne diyerek kabuğumuza çekilemeyiz. Oturduğun yerden seni kaldıracak ne olabilir? Elektriklerin birdenbire kesilip güç kaynaklarının iflas etmesi ekranının kararması mı? Susayıp acıkman mı? Üşüyüp ısınma isteğin mi? Her nerede olursak olalım küresel bir felaket eninde sonunda her bireye ulaşır. Bunun kurgusal bir ilizyon olduğunu düşünen veya sadece anda kalmanın kolayına kaçan y ve z kuşakları için ne yapabiliriz?
Onları kurtulacak nesiller olarak görmek en büyük hata aslında. Eminim onları bekleyen dünyada hiç bilemeyeceğimiz gelişmeler olacak. Nasıl ki bizler bile eski buğdayların eski sebzelerin tadı kalmadı diyorsak onlar da muhtemelen başka tatları arayıp özlüyor olacaklar. Bazen durup düşününce evet, bu kadar çırpınmanın kime yararı var deyip sessizleşiyorum.
Fakir fukaraya soruyor musun; nasılsın, bu hayatta ne isterdin, mutlu musun diye… Belki o kendi halinden çok memnun, belki etrafındaki çil yavrusu gibi çoluk çocuğuyla günü kurtarmanın anlık sevincini yaşıyor! Bunun böyle olmadığını nereden bilebiliriz! Tıpkı dünyanın tersinin yüzünden iyi olup olmadığını bilemediğimiz gibi.
Karnı guruldayan birinin sadece su içip gün boyu bir şey yemediğini duyunca ilk tepkimiz ne olur? Eyvah aç! Ya o açlığı kilo vermek için bile isteye yaşıyorsa… Seçimlerimiz özgürlüğümüzün birer parçası. Açlığı seçme özgürlüğümüzün de bir açıklaması elbette var. Yoksunluğu felsefenin penceresine koyarsak işler kolaylaşıyor. Galiba en iyisini “acıkınca yesin” diyen anneler biliyor!
Dünyadaki tüm fakirleri kadınların merhamet tarlalarına bıraksak nasıl bir dünya düzeni olurdu? Muhtemelen ekip biçer karınlarını doyururlardı. Hep erkeklerle eşit bir dünya diye tutturduk yıllardır ve hep erkekler ezici bir güçle çoğunlukta oldular, erkek yasalarıyla yönettiler dünyamızı. Hem de adını “anayasa” koyarak! Bunu tersine çevirmenin zamanı gelmedi mi? Sen, oturan kızım, minderinden kalkacağın gün geldi haberin olsun!
Güveniyorum. Karnı guruldayınca bilgisayarın başından kalkıp yiyecek aramaya başlayacak kadınlara güveniyorum, X ve Z kuşağı kadınlarına…
Bizler, yani 1946-1964 arası doğan Baby Boomer kuşağı, bizden önceki 1925-1945 yılları arasında doğan Silent Generation kuşağının savaş ve açlık kaygılarıyla büyütülmüş yetişkinleriyiz. Nene dedelerimizin tüm korkularını masal dinler gibi dinleyip içselleştirdiğimiz için, bize sunulan imkânları bile kulağımızda ağır küpelerle hep ölçülü yaşadık. Enine uzununa hesapsız işlere temkinli yaklaştık çoğumuz.
Kulak dolgunluğu çocukluk öğretilerinden edindiğimiz desturlu yaşamlar 250 gram beyaz peynir, yarım kilo yoğurt tadındaydı. Bol bulamaç yemeklerimiz tepsi dolusu börek çörek ya da tencere dolusu sulu yemeklerden ibaret olurdu. Kuru fasulye turşu, tarhana sofralarımızın demirbaşıydı. Köfte, tavuk, balık olmaz mıydı soframızda olurdu elbet, haftada bir gün ya da özel günlerde. Kadayıf ve sütlaçtan kuru pastalara geçmek önemliydi! Anne kurabiyelerini severdik sevmesine de pastane kuru pastalarına da özenirdik nedense…
Kuru pastadan kremalı yaş pastaya geçiş döneminin çocukları olarak yokluk, fakirlik, idare etmek, tasarruf sözcükleri bizlerin yaşam düsturuydu. O yüzden bizim dönemimizin insanları fakir fukara garip gureba sözcüklerini anlamakta zorlanmıyoruz. Bizim kuşağın alfabesiydi yoksulluk. Yoksul, mağrur ve ahlâklı insanların çoğunlukta olduğu dönemin yetişkinleriyiz bizler. Kemâlettin Tuğcu kitaplarındaki merhamet suratlı çocuklardan hiç mi etkilenmedik? Yumuşayan kalplerimizle avucumuzdaki 25 kuruş harçlığımızın kıymetini bilmenin sizce nasıl bir öyküsü olur? Yaşamayan nasıl bilsin!
Kendi kuşağımızın bilgeleriyiz bizler. Z kuşağı; ebemkuşağı, gayret kuşağı gibi bir kuşak değil. Sahi niçin ‘kuşak’ deniyor! Babaannem yeri belli olmayan kalın beline, alakasız da olsa hep bir kuşak bağlardı. Çocuk kafamızla gülerek takılırdık babaannemin bu işlevsiz kuşağına. “Gülmeyin çocuklar gayret kuşağı o, oturup kalkarken bana gayret veriyor” derdi rahmetli. Z kuşağı bilmez bunları. Hah, biz biliyoruz da başımız göğe eriyor. Z kuşağı dedim de aklıma geldi; ‘Z’ Zagor olup birden karşıma çıktı şimdi hadi bakalım! Zagor’u, baltalı ilahı hatırladım. Bizim kuşağın Kaptan Swing’i, Tommiks, Teksas, Kızıl Maske’si... Konyakçı ve doktorun “hay bin köfte!” repliğine kadar geldim!
Bıkmadan anlatacağız, biz Baby Boomerlar bildiklerimizi paylaşmak durumundayız. Zira dünyanın uzun süredir görmediği bilinmez bir sürece girmiş bulunuyoruz. İşin spekülasyon yanını bir yana bırakırsak, gerçek açlık ve fukaralığın kıyısına geldik dayandık. Susuzluğu da yanımıza alırsak gelecek günler için belirsizlikler felaket tellallığının ötesine geçiyor. Birbirimizi daha fazla mı dinlemeliyiz, birlikte hareket edebilmek için neler yapmalıyız, kişisel çözümlerin ötesinde kitlesel sorunların çözümü için gözlerimizi nasıl daha fazla açmalıyız? Hep bunlar yeni zamanların soruları…
Bana ne diyerek kabuğumuza çekilemeyiz. Oturduğun yerden seni kaldıracak ne olabilir? Elektriklerin birdenbire kesilip güç kaynaklarının iflas etmesi ekranının kararması mı? Susayıp acıkman mı? Üşüyüp ısınma isteğin mi? Her nerede olursak olalım küresel bir felaket eninde sonunda her bireye ulaşır. Bunun kurgusal bir ilizyon olduğunu düşünen veya sadece anda kalmanın kolayına kaçan y ve z kuşakları için ne yapabiliriz?
Onları kurtulacak nesiller olarak görmek en büyük hata aslında. Eminim onları bekleyen dünyada hiç bilemeyeceğimiz gelişmeler olacak. Nasıl ki bizler bile eski buğdayların eski sebzelerin tadı kalmadı diyorsak onlar da muhtemelen başka tatları arayıp özlüyor olacaklar. Bazen durup düşününce evet, bu kadar çırpınmanın kime yararı var deyip sessizleşiyorum.
Fakir fukaraya soruyor musun; nasılsın, bu hayatta ne isterdin, mutlu musun diye… Belki o kendi halinden çok memnun, belki etrafındaki çil yavrusu gibi çoluk çocuğuyla günü kurtarmanın anlık sevincini yaşıyor! Bunun böyle olmadığını nereden bilebiliriz! Tıpkı dünyanın tersinin yüzünden iyi olup olmadığını bilemediğimiz gibi.
Karnı guruldayan birinin sadece su içip gün boyu bir şey yemediğini duyunca ilk tepkimiz ne olur? Eyvah aç! Ya o açlığı kilo vermek için bile isteye yaşıyorsa… Seçimlerimiz özgürlüğümüzün birer parçası. Açlığı seçme özgürlüğümüzün de bir açıklaması elbette var. Yoksunluğu felsefenin penceresine koyarsak işler kolaylaşıyor. Galiba en iyisini “acıkınca yesin” diyen anneler biliyor!
Dünyadaki tüm fakirleri kadınların merhamet tarlalarına bıraksak nasıl bir dünya düzeni olurdu? Muhtemelen ekip biçer karınlarını doyururlardı. Hep erkeklerle eşit bir dünya diye tutturduk yıllardır ve hep erkekler ezici bir güçle çoğunlukta oldular, erkek yasalarıyla yönettiler dünyamızı. Hem de adını “anayasa” koyarak! Bunu tersine çevirmenin zamanı gelmedi mi? Sen, oturan kızım, minderinden kalkacağın gün geldi haberin olsun!
Güveniyorum. Karnı guruldayınca bilgisayarın başından kalkıp yiyecek aramaya başlayacak kadınlara güveniyorum, X ve Z kuşağı kadınlarına…