Hıdrellez sabahı epeyce erken yola çıkacağımızı söyleyen gazeteci arkadaşımın mihmandarlığında, İzmir’den hareket edip farklı bir hıdrellezi kutlama hevesiyle Edremit Körfezi’ne varmıştık. Yıllar önceydi…
Zeytin çiçeği, iğde ve narenciye çiçeği kokuları arasında Kazdağları’nın heybetini yan cenahımıza alıp Güre sahilini geçtik. Kazdağı Çamlıbel Köyü’ne doğru tırmanmaya başladık. İstikamet; Bir Türkmen Köyü olan Tahtakuşlar Köyü’nün Türkmen adetleri bünyesindeki mezar anma törenleriydi... Tahtakuşlar’a vardığımızı müjdeleyen çam reçinesi rahiyası başımızı döndürse de, önümüze çıkan tepecik misali küçük bir dağa tırmanmak zorunda oluşumuz sabah enerjimizi biraz örselemişti. Mayıs sıcağının kuş cıvıltılarına eşlik ettiği Tahtakuşlar köy mezarlığı, bu tırmandığımız küçük dağın tamamını kaplıyordu. Önümüzde bize yol gösterenler olmasa hangi yana gideceğimizi bilemeyecektik. Bakımlı mezarlıklar arasına yerleştirilmiş çiçeklerle, rengârenk geleneksel giysili kadınlar ve çocuklar arasından tırmanmaya devam ettik...
Mezarlıkta öyle çok renk vardı ki sanırsınız bol çiçekli bir oyun parkındayız! Epeyce bir tırmandıktan sonra varacağımız noktaya ulaştık. Gazeteci arkadaşım, son derece temiz, bakımlı ve çiçekli bir aile mezarının yanında durunca mezarın etrafına yerleşmiş kalabalık aile bireyleriyle tanışma faslı başladı. Geleneksel giysiler içinde parlak pullarla süslü gelin ve genç kızlar, mezarların kenarına yaktıkları odun ateşi közünde pişirdikleri kahve ikramına başladılar. Bütün kadınların başlarında geleneksel örtü ve başlıklarla taze güller takılıydı.
Bu arada kahve pişirme ikramı uzunca bir süre devam etti. Bulunduğumuz mezarın başındaki kahve ikramından sonra mezarlar arası ziyaretler başladı. Bizim de yan taraftaki diğer komşu mezarları ziyaret etmemiz önerildiği için her mezarın yanındaki kahve pişiren komşu hanımların ikramını kabul etmek durumunda kaldık. Kahveler bol şekerli olduğundan bir süre sonra fazla gelmeye başladı ki, o sırada arkadaşım kulağıma eğilip “ kahveden bir yudum al ağaç dibine dök, adet böyle” dedi demesine de biraz geç kaldı zira sabah sabah içim dışım kahve olmuştu. Reddetmenin uygun olmadığı söylendiği için içmeye gayret etmiştim!
Kahve bahane tabi, aslolan sunulan ikramı kabul edip geri çevirmemek ve en önemlisi birbirinin rızkını paylaşıp çoğaltmak...
Diğer tarafta gençler yerlere hasır ve kilimler sermeye başladılar. Gelinler çanak çömlek tıkırtıları arasında muhteşem çeşitlilikte büyük bir sofra kurmaya başladılar. Bu geniş ve bereketli sofraya bizim gibi misafir olan diğerleriyle hep beraber oturduk. Sofrada sanki bahar temalı rengârenk bir yemek resmigeçidi vardı! Çeşitli yeşil yaprak sarmaları, taze kabak dolmaları, bol dereotlu bakla, bezelye, taze soğan kavurmaları, zeytin, peynir, yumurta, taze yoğurt, marul vs. gibi baharı temsil eden bütün taze sebzeler mevcuttu. Hele o kızartmalar, içi otlu ve yağlı tepsi pideleri, peynirli, patatesli ve bol yeşillikli börek çeşitleri, kek, poğaça, kurabiye ve şerbetli tatlılardan tutun da içeceklerden oluşan çok zengin bir yer sofrasıydı…
Yemek yeme faslı uzun sürdü, çünkü bir taraftan mezarlarda yatan göçmüş aile büyükleri yadedilirken, komşu mezarların torunları akrabaları da bizim oturduğumuz sofraya ziyarete geliyorlardı. Her gelen ziyaretçi mutlaka bir iki yudum börek veya dolma sarma ne isterse ağzına atıp mezarlardaki ruhları anma adına uygun sözcükler söylüyordu.
“Kimin kucağında ne varsa, herkesin kursağına düşsün” düsturuyla oluşturulan bu mezarlık sofraları, 5 – 6 – 7 Mayıs günleri türlü hıdrellez ritüelleriyle donanmış halde yüzyıllar boyu sürmekteymiş. Ölüler alemindeki ruhlara saygının bu yüzüne tanık olmak o vakitler epeyce şaşırtmıştı. Sonraları okuyup araştırdıkça eski çağlardan günümüze yansıyan pek çok geleneğin yaşatıldığını fark etmek artık şaşırtmıyor. İlginç bir hıdrellez deneyimiydi benim için.
Hıdrellez sabahı epeyce erken yola çıkacağımızı söyleyen gazeteci arkadaşımın mihmandarlığında, İzmir’den hareket edip farklı bir hıdrellezi kutlama hevesiyle Edremit Körfezi’ne varmıştık. Yıllar önceydi…
Zeytin çiçeği, iğde ve narenciye çiçeği kokuları arasında Kazdağları’nın heybetini yan cenahımıza alıp Güre sahilini geçtik. Kazdağı Çamlıbel Köyü’ne doğru tırmanmaya başladık. İstikamet; Bir Türkmen Köyü olan Tahtakuşlar Köyü’nün Türkmen adetleri bünyesindeki mezar anma törenleriydi... Tahtakuşlar’a vardığımızı müjdeleyen çam reçinesi rahiyası başımızı döndürse de, önümüze çıkan tepecik misali küçük bir dağa tırmanmak zorunda oluşumuz sabah enerjimizi biraz örselemişti. Mayıs sıcağının kuş cıvıltılarına eşlik ettiği Tahtakuşlar köy mezarlığı, bu tırmandığımız küçük dağın tamamını kaplıyordu. Önümüzde bize yol gösterenler olmasa hangi yana gideceğimizi bilemeyecektik. Bakımlı mezarlıklar arasına yerleştirilmiş çiçeklerle, rengârenk geleneksel giysili kadınlar ve çocuklar arasından tırmanmaya devam ettik...
Mezarlıkta öyle çok renk vardı ki sanırsınız bol çiçekli bir oyun parkındayız! Epeyce bir tırmandıktan sonra varacağımız noktaya ulaştık. Gazeteci arkadaşım, son derece temiz, bakımlı ve çiçekli bir aile mezarının yanında durunca mezarın etrafına yerleşmiş kalabalık aile bireyleriyle tanışma faslı başladı. Geleneksel giysiler içinde parlak pullarla süslü gelin ve genç kızlar, mezarların kenarına yaktıkları odun ateşi közünde pişirdikleri kahve ikramına başladılar. Bütün kadınların başlarında geleneksel örtü ve başlıklarla taze güller takılıydı.
Bu arada kahve pişirme ikramı uzunca bir süre devam etti. Bulunduğumuz mezarın başındaki kahve ikramından sonra mezarlar arası ziyaretler başladı. Bizim de yan taraftaki diğer komşu mezarları ziyaret etmemiz önerildiği için her mezarın yanındaki kahve pişiren komşu hanımların ikramını kabul etmek durumunda kaldık. Kahveler bol şekerli olduğundan bir süre sonra fazla gelmeye başladı ki, o sırada arkadaşım kulağıma eğilip “ kahveden bir yudum al ağaç dibine dök, adet böyle” dedi demesine de biraz geç kaldı zira sabah sabah içim dışım kahve olmuştu. Reddetmenin uygun olmadığı söylendiği için içmeye gayret etmiştim!
Kahve bahane tabi, aslolan sunulan ikramı kabul edip geri çevirmemek ve en önemlisi birbirinin rızkını paylaşıp çoğaltmak...
Diğer tarafta gençler yerlere hasır ve kilimler sermeye başladılar. Gelinler çanak çömlek tıkırtıları arasında muhteşem çeşitlilikte büyük bir sofra kurmaya başladılar. Bu geniş ve bereketli sofraya bizim gibi misafir olan diğerleriyle hep beraber oturduk. Sofrada sanki bahar temalı rengârenk bir yemek resmigeçidi vardı! Çeşitli yeşil yaprak sarmaları, taze kabak dolmaları, bol dereotlu bakla, bezelye, taze soğan kavurmaları, zeytin, peynir, yumurta, taze yoğurt, marul vs. gibi baharı temsil eden bütün taze sebzeler mevcuttu. Hele o kızartmalar, içi otlu ve yağlı tepsi pideleri, peynirli, patatesli ve bol yeşillikli börek çeşitleri, kek, poğaça, kurabiye ve şerbetli tatlılardan tutun da içeceklerden oluşan çok zengin bir yer sofrasıydı…
Yemek yeme faslı uzun sürdü, çünkü bir taraftan mezarlarda yatan göçmüş aile büyükleri yadedilirken, komşu mezarların torunları akrabaları da bizim oturduğumuz sofraya ziyarete geliyorlardı. Her gelen ziyaretçi mutlaka bir iki yudum börek veya dolma sarma ne isterse ağzına atıp mezarlardaki ruhları anma adına uygun sözcükler söylüyordu.
“Kimin kucağında ne varsa, herkesin kursağına düşsün” düsturuyla oluşturulan bu mezarlık sofraları, 5 – 6 – 7 Mayıs günleri türlü hıdrellez ritüelleriyle donanmış halde yüzyıllar boyu sürmekteymiş. Ölüler alemindeki ruhlara saygının bu yüzüne tanık olmak o vakitler epeyce şaşırtmıştı. Sonraları okuyup araştırdıkça eski çağlardan günümüze yansıyan pek çok geleneğin yaşatıldığını fark etmek artık şaşırtmıyor. İlginç bir hıdrellez deneyimiydi benim için.