Antik zaman sanrıları / Antandros

İnsanoğlu çok tuhaf, sanıyor ki her güzel şey, her önemli buluş kendi zamanı içinde gerçekleşiyor! Kendinden önceki buluşlardaki dönemsel önemi görmezden gelmek gibi bir alışkanlığımız var. Oysa ki, bütün yeni şeyler eskilerin yeni dedikleri üzerine ilave olmakta. Her devrin yenilikleri, yaşanılan zaman içinde bir değer. Bu anlamda her durum kendi zenginliği içinde incelenmeli.
Antik Çağ, Taş Devri Çağı filan gibi geri kalmışlığı çağrıştıran eski dünya zamanlarını merak etmenin de eğlenceli olabileceğini kavramak için, belki belirli mecburiyetlerden arınmak gerekiyor! Okul, sınav, görev yükümlülüklerinden uzaklaşınca, sırf merak ve heyecanın yol gösterdiği incelemelerle yol almak gerçekten çok keyifli…
Kitaplıklarımızın tozunu üflemek, müzelerimizin kapısını tıklatmak, kazı alanlarımızı gezip ayağımızı toza toprağa bulamak, geçmiş ile bugünümüz arasında öyle bir bağ kuruyor ki, ölümlü halimizin gereksiz çırpınışlarını adeta gözümüze sokuyor! Hangi görkemli hayatı yaşarsan yaşa, hangi sefil hayatın bekçisi olursan ol, sen ve sana ait her şey bir gün tarih olacak…
Antandros Antik Kenti kazılarına merak sardım bir süredir. Kentin var sayıldığı alan öyle muhteşem bir yerde ki, meraklanmamak elde değil. İda Dağı’nın güney eteklerinde yer alan Antandros, Edremit Körfezi'ndeki Altınoluk kıyıcığının dağ ile bütünleştiği yerde adeta bir sefa kenti. Pergamon ve Roma krallıklarının keyif ehli zenginleri, yaptırdıkları sanat eseri mozaiklerle süslü lüks villalarda yaşamışlar. Bu antik zaman insanlarının, yaşam kalıntılarının izini sürerken yakalıyorum kendimi son zamanlarda. Kâh Heredot babaya müracaat ederken, kâh müze ve kazı alanlarını ziyaret ederken...
Bursa Arkeoloji Müzesi’nde, Antandros nekropolünden toplanıp getirilen insan kemikleri ve ölenin kap kacak eşyalarını seyrederken, düşünce baloncuklarım sayısız ışık yakıyor yüreğimde. Tuhafız diyorum ya; ölü insan kemiklerinin yanı başındaki yiyecek taslarını içleri dolu hayal ediyorum. Sürahi ve kupa şeklindekiler tamam, ya şarap ya da bal şerbeti filan vardı içinde, arpa suyu da olabilir tabi…
Şu çukurca seramiklerde de sulu yemek ya da çorbamsı lâpa filan vardı sanırım! Peki ya, şu gereksiz dar uzun sürahimsi şeylerde ne vardı; adeta üfleme çubuğu gibi ya da büyükçe bir kaptan sıvı içmeye yarayan pipet gibi bir malzeme! Yumurta tavası şeklindeki iki kulplu kramik kabı da görünce; “hah beni kandıramazsınız, siz de yumurtayı zeytinyağına coz diye kırıp lüpletiyordunuz değil mi” deyiveriyorum. Öyle ya, yan tarafta da sıra sıra zeytinyağı küpleri ve amforalar var…
Bu muhabbet bitmez. Yaşadıkça bitmesin. Lâf aramızda yeni başladık. Antik çağın mamacıklarını hayal edip, kap kacağının içindekileri çözmeye çalışmak heyecanlı olacak gibi…
Antik Çağ, Taş Devri Çağı filan gibi geri kalmışlığı çağrıştıran eski dünya zamanlarını merak etmenin de eğlenceli olabileceğini kavramak için, belki belirli mecburiyetlerden arınmak gerekiyor! Okul, sınav, görev yükümlülüklerinden uzaklaşınca, sırf merak ve heyecanın yol gösterdiği incelemelerle yol almak gerçekten çok keyifli…
Kitaplıklarımızın tozunu üflemek, müzelerimizin kapısını tıklatmak, kazı alanlarımızı gezip ayağımızı toza toprağa bulamak, geçmiş ile bugünümüz arasında öyle bir bağ kuruyor ki, ölümlü halimizin gereksiz çırpınışlarını adeta gözümüze sokuyor! Hangi görkemli hayatı yaşarsan yaşa, hangi sefil hayatın bekçisi olursan ol, sen ve sana ait her şey bir gün tarih olacak…
Antandros Antik Kenti kazılarına merak sardım bir süredir. Kentin var sayıldığı alan öyle muhteşem bir yerde ki, meraklanmamak elde değil. İda Dağı’nın güney eteklerinde yer alan Antandros, Edremit Körfezi'ndeki Altınoluk kıyıcığının dağ ile bütünleştiği yerde adeta bir sefa kenti. Pergamon ve Roma krallıklarının keyif ehli zenginleri, yaptırdıkları sanat eseri mozaiklerle süslü lüks villalarda yaşamışlar. Bu antik zaman insanlarının, yaşam kalıntılarının izini sürerken yakalıyorum kendimi son zamanlarda. Kâh Heredot babaya müracaat ederken, kâh müze ve kazı alanlarını ziyaret ederken...
Bursa Arkeoloji Müzesi’nde, Antandros nekropolünden toplanıp getirilen insan kemikleri ve ölenin kap kacak eşyalarını seyrederken, düşünce baloncuklarım sayısız ışık yakıyor yüreğimde. Tuhafız diyorum ya; ölü insan kemiklerinin yanı başındaki yiyecek taslarını içleri dolu hayal ediyorum. Sürahi ve kupa şeklindekiler tamam, ya şarap ya da bal şerbeti filan vardı içinde, arpa suyu da olabilir tabi…
Şu çukurca seramiklerde de sulu yemek ya da çorbamsı lâpa filan vardı sanırım! Peki ya, şu gereksiz dar uzun sürahimsi şeylerde ne vardı; adeta üfleme çubuğu gibi ya da büyükçe bir kaptan sıvı içmeye yarayan pipet gibi bir malzeme! Yumurta tavası şeklindeki iki kulplu kramik kabı da görünce; “hah beni kandıramazsınız, siz de yumurtayı zeytinyağına coz diye kırıp lüpletiyordunuz değil mi” deyiveriyorum. Öyle ya, yan tarafta da sıra sıra zeytinyağı küpleri ve amforalar var…
Bu muhabbet bitmez. Yaşadıkça bitmesin. Lâf aramızda yeni başladık. Antik çağın mamacıklarını hayal edip, kap kacağının içindekileri çözmeye çalışmak heyecanlı olacak gibi…



Aşçı Fok
Nurdan ÇAKIR TEZGİN